Osmanlıda, Ramazan ayının en önemli özelliklerinden biri, iftar sofralarının herkese açık olmasıydı. Asırlarında, özellliklede Ramazanda, zenginler, fakir semtlerin esnafını ziyaret eder, inanç ve ırk ayırımı yapmadan fakir mahellenin borçlarını kapatırlardı. Mahallenin zenginleri Ramazan’da fakir komşularını iftara davet eder, aile fertleri fakir komşularına bizzat hizmet ederdi. Böylece zengin-fakir ayırımı ortadan kalkar, arada haset olmaz, birbirlerine dua ederek kardeşçe yaşarlardı. Saraya da, Ramazan ayı boyunca iftar için davetsiz olarak gidilebilirdi. Bunun haricinde Osmanlı sarayının özel davetleri de olurdu. Kaynaklara göre Ramazanın ilk on gününde padişah; ayan ve mebusan reisleriyle birlikte heyet-i vükelayı saraya iftar için davet ederdi.
Konakların mutfak kapıları ramazan boyunca açık olurdu. Yolcular başta olmak üzere, oruçlu-oruçsuz herkes kolayca konağa girip karnını doyururdu. Hatta bu konuda Müslüman-gayrimüslim ayrımı bile yapılmazdı. Yemekten sonra ev sahibi; “Misafirim oldunuz, benim sevap kazanmam için siz eziyet çektiniz, dişlerinizi yordunuz, bu da sizin dişinizin kirası olsun." der, gelen misafire hediyeler verirdi.
Yemek şimdiki gibi alelacele yenmez, sofraya büyük saygı gösterilir, sohbet eşliğinde yemek yenirdi. Osmanlı sofrası hem estetik, hem de kültürel bağlamda bir sanat eseridir! Ayrıca Osmanlı sofrası, “tatbiki adab-ı muaşeret” (görgü) ve “temsili hayat dersleri” açısından da bir okuldu. Yani Osmanlı sofrasının, “beslenme” ile sınırlanamayan bir dini ve millî misyonu vardı...
Osmanlı halkı, ramazan dışında, kuşluk ve akşam vakti olmak üzere günde sadece iki öğün yemek yer, yemek aralarında atıştırmazdı. Sofra bezi döşemeye yayılır, üzerine bakır bir sini konur, aile bireyleri sininin etrafına serpiştirilmiş minderlere bağdaş kurarlardı.
Önce oturma ve yemeğe başlama hakkı aile reisinindi. Sofrada başköşe onundu. Çocuklar ise annenin yanında yer alırdı. Yemek yemenin kuşkusuz bir adabı vardı ve herkes buna çok dikkat ederdi.
Yemeğe aile reisi yüksek sesle besmele çekerek başlardı. Aile reisinin yüksek sesle besmele çekmesi, diğerlerinin hatırlaması içindi. Besmelesiz yemek yemenin bereketsizlik getireceğine inanılırdı...
Sağ elle yer içer, eve giriş çıkışta sağ adım atar, soldaki sağdakine yol verirdi. Bu hem sünnet, hem de görenekti.
Fazilet (manevî kuvvet, erdem, iyi ahlâk, iffet), nezaket, nezafet (temizlik), nezahet (ahlâk temizliği, saflık), necabet (soyluluk) diye özetlenen dört kural hayatın tümünü kucaklardı. Bu yüzden itiş-kakış olmaz, kimse kimsenin sözünü kesmez, kimse kimseyi aşağılamaz, asla hakaret etmezdi (Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgin ve yazar, 1880’lerde yayınladığı kitabında, meşhur “Osmanlı nezaketi”ni şöyle anlatıyor: “İstanbul Türk halkı Avrupa’nın en nazik ve en kibar insanlarıdır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakârdırlar ki (hoşgörülü), ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görebilirsiniz.”)
Tekke, zaviye ve dergâhlar günün her saati faaldi. Günlük işlerini bitirenler bu mekânlardan birine gider, boş vakitlerini hoş sohbetler eşliğinde bir şeyler öğrenerek değerlendirirdi.
İnsanımızda kıskançlık, hased, gıybet gibi olumsuzluklar yoktu. Bunlar olmadığı için de toplumda “fitne” çıkmazdı. Mahallenin yaşlıları gençlere örnek olur, fark ettirmeden onları denetler, büyük yanlışlara meyledenleri uyarırdı.
Kalabalık arasına bir âlim girince, herkes ilmine hürmeten ayağa kalkar, en güzel yere buyur ederler, ikramda yarışırlardı. Yahut yaşlı biri girince, yaşça küçük olanlar derhal ayağa kalkıp yaşına hürmet gösterirlerdi.
Yabancı birinin yolu mahalleye düştüğünde yatacak ve yiyecek sorunu yaşamaz, misafir almakta mahalleli âdeta yarışa girerdi.